28 Ocak 2010 Perşembe

Can havliyle kaltım soguk mezarımdan
Çürüyen yerlerimi kontrol ettim
Ne kadardır yolunu kaybetmiş bir ölüydüm bilmiyorum
bir çürük iki çürük üç çürük
Neyse azmış diye sevindim
daha yaşanacak cok sey var
çürümemişsin tam olarak
Elimde bir kurtcuk var
zannedersem bugun ki yemegi benden
sadece bugunmuydu
hayır hayır
hayatı boyunca yeterdim ona
Kalkmak zormuş öldügünü bile bile
yaşamak zormuş hayat seni
pas gecmişken
Ellerim sabah ayazında donmaya yüz tutmuş bir kus gibi
titriyor
etraf karanlık
Dirilirken bile geceyi secmem garip
niye gündüz dirilmedim ki
yeni bir gün yeni umutlar
olmuyor beceremiyorum
yeniden mezarıma mı dönmeliyim
usulca kimseye caktırmadan
içimdeki cellat bile dönme diyor
dönme o soguk mezara
belki de zevk alıyor benim acı cekmemden
kanatlarımı yokluyorum
hala yerlerindeler
bir tüy düşürüyorum
ve hala yasadıgımı anlıyorum
ayaklarım tutmuyor
yeni dogmuş bir ceylanın acemiligi üstümde
yürüyemiyorum
ama koşuyorum
koşuyorum yeni dogacak güne
koşuyorum yaşanmadık ne varsa gelecege
koşuyorum bir karanlıktan sensizlige

25 Ocak 2010 Pazartesi

Raptiyeler raptiyeler
raptiye cenazesi kendime verebildiğim
bu kadifesi en siyah,kaleleri zapt edilmiş havada
kendime verebildigim
her anıya,her sensizlige cakılmış
çığırtkan,arsız ufacık bir raptiye
göz kapaklarından asılmış tüm havaya sokak lambaları
beni görmüyorlar,gölgemi bilmiyorlar
tan yerinden,tam yerinden vurulmuş bir kimsesizlik
sandıkları
sadıklara koyulmuş,kapatılmış tüm mutlu fotograflar
bir parmagım benimle
kendini gözüme sokmak istercesine yanımda
seviyorum kendini arasıra
kura kura
seviyorum
sevmese de seviyorum işte.
cümleleştirilmiş bir parmak
cümleleştirilmeye zorlanmış
kızgın,üzgün ve sapkın
parmak savaşlarını hep kaybeden
cünkü baş parmak değil o
becerememiş zaten
sayfalar karıştırmış,en güzel tene dokunmuş
ama ben burdayım diye ne kendini gösterebilmiş
ne de bir soru sorabilmiş
çünkü o parmak değilmiş o
sercenin yanına yapıştırılmış
o ufak parmağa göz kulak olmuş
orta parmagın asiligine göz yummuş
terbiyesiz hareketler ogrenmesin diye sercenin gözünü yummuş
bağlılık parmagıydın hani
bağlayamadın di mi
usulcu sevdim saclarını
üzgün, suclar bakışlarını görmemezlikten geldim
saklanma utanma istenmedin diye
gururlu ol,başın dik oldun dedim
kaldırdı kafasını usulca
kırılsaydım ya da kopsaydım
gururlu ölseydim diyebildi...

23 Ocak 2010 Cumartesi

sadece gecen dünlerden gelen bir gazete sayfası getirdi seni bana
cok eskiydi cok kirlenmişti
biri üstüne bardagını koymuştu
izi kalmıştı köşesinde sararmış
bir digeri üstünü karalamıştı
sıkıcı bir konuşma anında mutlaka
digeri bir parcasını koparmış sallanan masanın ayagına koymuştu bilinmez
ama ne kadar yoketmeye calışsalarda
bana en temiz, en okunmadık,en yırtılmadık
yeri kalmıştı
aldım, katladım cebime koydum
her yere geldi benimle senden habersiz bir çare
kirletmedim,yırtmadım
cerceveletip duvarıma asacaktım
duvar kıyamadı senle beni ayırmaya
sadece tasıdım kalbime en yakın en ulaşılmaz yerde
yıllarca
simdi okunmuyor yazıları
şimdi silindi resimleri
ben ezberlemişim seni
her köşeni
o okuyamaz seni
bilimez derinlerini
bir ben okurum
bir ben inerim her mevsim
kuyundan ilk suyu bir ben tasıma doldurur içerim.

22 Ocak 2010 Cuma

öylesine...

yine bilmiyorum
ne cok sey bilmiyormusum
en azından bilmedigimi biliyorum
kanmaya meyilliymişim kanarken devrilmişim uçmuşum meyilden
sapmışsım kendimden
bir bakmışım bakmışım
evet sadece bakmışım
görmemişim
yolda dilenen bir körmüşüm
gözlerimi vermişim kör küçük bir kıza
ne iyi etmişim
o görmüş benim yerime yoldan gecen kırmızı arabayı
sadece kırmızı arabayı görmemiş camının kırık oldugunu
içinde ağlayan kadını, sinirli adamı görmüş
ben ne görebilirdim sadece
arabayı.
kırmızı ne demek bile bilmeden arabayı görürdüm.
düş düş hangi düş?
düştügün düş
ben görmedim duymadım ve inan bilmiyorum deyip
kactıgın düş
kacarken kırdıgın, vurdugun,sakladıgın
ardına bakmadıgın hani
ödlek bir tavuk gibi tüylerini bıraktıgın
sonrada tüylerimle mutlu olsunlar dedigin
salagı oynadıgın.
cok iyi oynadın salagı aferin
okulda alamadın 5 yıldızlı pekiyi
simdi al kurdaleli karneni
sok kalbine ve kac yine
ben kactıkca saplandı dagınık bir rüzgar beynime
gectigim sokakların adını değiştiriyorum kendime
dönüyorum dönüyorum bir elim kula dönmüş bir elim Allaha yakın
döndükce biliyorum döndükce görüyorum
kac tellak temizler bir kese atıp bu dünyanın kirini
kac defa kırklanır tüm bu birikimden uzak darmadagın benlikler
kaç defa tövbe ettik kaç defa bozduk
Geldik yine baş köşeye oturduk...

21 Ocak 2010 Perşembe

...

Hadi bulalım su kaybettiklerimizi.Nerdeydi diye bir düşünelim.Nereye koymuştum ve nerde unutmustum. Çok karanlıktı göremiyordum, bulamıyordum.Yalan. Aydınlıktı işte ama nereye koymuştum, nereye saklanmışlardı benden kaçıp. Darmadagın ev, gidişinle her şeyi kırdım döktüm dağıttım, evde sağlam bir yeri kırılmadan duran sadece ben kaldım. Sehpanın bacagını kırdım. Tüm gün evde topalladı.saramadım kırdıgım bacagını. Ne alçım vardı ne sargı bezim.Sarsaydım da eskisi gibi koşabilecek miydi evin içinde. Hayır. O zaman topllamalıydı dört nala. Duvarda bana kırgın kırgın bakan aynaya baktım, dün gece kırdım onun kalbini, eline verdim. Kanlar akıyordu kırılmış her parçasından. Her parcada lanetlenmiş gibi suratıma bakan o kişiyi gördügümde, bir kez daha yıkıldım. Bu ben miydim? Hayır değildim.Her parcada hayatımdan bir ben. Kimi gülüyor kimi aglıyor kimi susuyor kimi çığlık çığlıga. Alıyorum sopayı veriyorum cam parcalarında duran en sinirli bana. Vur diyorum vur hadi .Acımayacak biliyorum çok sinirli bana,gecmişten kalma acı bir münasebetimiz var onunla.Affedemiyor beni. Kaldırıyor sopayı acımadan vuruyor aynanın karsısında duran bu üzgün insana. O anda kafamın dagıldıgını hissediyorum. Ama ne kan var ne de kırık. Sopanın kafama carpması ile düşüncelerim,hayallerim ve geçmişim parca parca dağılıyor etrafa. Bir kısmı duvara yapışıyor bir kısmı havada gözlerimin önünde uçuşuyor. Yine olmadı yapamadın di mi? der gibi bakıyorum sinirli bana. Acıysa acı işte bu kafanı patlatmaktan daha iyi der gibi bakıyor o da bana. Bir süre bakışıyoruz, susuyoruz. İçimizdeki tek ortak nokta aglamamız oluyor o anda. Gözyaşları kırıklardan süzülüp gözlerime doluyor.Dolan yaşlar gidecek uzak bir yerler yar arıyor yeşili en yeşil daglarda, mavisi en mavi gökyüzünde. Duramıyor gözlerimde, utanıyor yanaklarımdan akmaya. Oysa nekdar severdi yanaklarımı,öperdi her gece yatmadan önce. Artık o bile öpmüyor kacıyor benden. Yazdım acıklı sonumu bekliyorum. Ne demiştin "sonu olmamış bence". "fazla mı mutlu bitti sence" "evet biraz daha hüzünlü biterebilirlerdi daha etkili olurdu". Bu sefer bizim elimizdeydi nasıl bitecegi. Fazla mı hüzünlü oldu bee buda.Neyse tam istedigin gibi şimdi herşey sonumda.Kahvede bol şekerli, filmde en hüzünlü son, yeryüzünde yagmur, ruhunda iyi biri...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Nerden Nereye...

Bilmiyorum.İnan bilmiyorum ne yapacagımı.Dünyadaki en ufak bir zerrenin bile bir anlamı varken,ben niye dünyadayım diye herkes gibi ben de soruyorum kendime. Bu bir film değil ki filmin en gözde oyuncusu sen olasın. Degil bu bir film degil gercek hayat.Burada acı cekersin gercekten, aglarsın gercekten, mutlu olursun, gülersin gercekten. Hatta bir kazaya kurban gidip ölebilirsin belki de. "Kestik, diğer sahneyi cekiyoruz" diyen bir yönetmen de yok burda.Çünkü gerçek yaşamda ölürseniz, bu sizin son ölüşünüz olur.Diğer bir flm diye bir şey yoktur.
Kapılar kapanıyor yine aglak yüzüme.Kapıları içerden kapatıp sonra hemen dışardaki olmak ne demek bilir misiniz? Hem kapıyı çarpansın hem de kapı yüzüne çarpılan. İki kişisin aslında benliğinde, belki de üç. Kim bilir siz belki de dört kişisinizdir ve hiç birbiri ile anlaşamayan dört büyük benlik. Hepsi diğerini bastırmak isteyen, hepsi bir biri ile kavgalı, kan davalı. Biri digerini öldürüyor, en son kalan bu savaşı kazanıyor. Ya öldürmeye bile yeltenmiyorlar ise. O zaman çok zor hayat sizin için. Kendine kötülüğü dokunmuşlara bile iyi bir şeyler isterken biri, bir diğeri kötüden daha kötüdür.Bir tanesi hayattan bezmiştir umrunda değildir.Diğeri ise başka işlerle ilgilenir bu konuya yorum yapmaz bile. Uzlaşmacı olursunuz hepsinin arasında bazen. Sanki hepsi sizin değişik karakterli çocugunuzdur da onların arasında şeker paylaşımı yapıyorsunuzdur. Geçecek bu günler de geçecek hepsi büyüyecek merak etmeyin. Hepsini iyi yetiştirebildiğiniz noktada, ruhunuza en yakın olan karakterde birleşecektir hepsi. Ama unutmayın bazı çetrefilli anlarda hepsi eski hallerine geri dönecek vesizi tekrar zorlayacaklardır. Asla vazgecmeyin içinizdeki iyilikten, her zaman kazanan iyilik olacaktır.
Ne kadardır buralardayım hiç bilmiyorum.Kimi zaman kayboluyorum, yorgunum. Kimi zaman buluyorum kendimi bir sözde,bir filmde ya da bir şiirde ve mutlu oluyorum. "Mutluluğu aşkta arama hatta bir insana aşık olma.Çiçeğe aşık ol,böceğe şık ol hatta bir arabaya bile aşık olabilirsin ama sakın aşkın kollarına düşme" diyen bir arkadasım vardı. Tüm söyledikleri o kadar tuhaf gelmişti ki  çünkü aşk ile saklambaç oynuyordum o zaman. Susmaya çalıştım sadece ağzımdan yolunu bilmez bir cümle cıktı umarsız " bana başka şeylere aşık ol deme olmuyor işte". Gerçekten de olmuyordu. Bir aşkı unutmak için yeniden aşık olmak istemek ve olmak ne kadar anlamsız ise benim durumu da işte böyle. Geçmez biliyorum bir süre sonra suanda aklından çıkmayan aşk, aklına geldiği zaman içini acıtır.Her şey farklı olabilirdi bizim için diye düşünürsün. Sonra vazgecersin düşünmeyi hayatında olanlarla mutlu olursun. Mutluluk aslında bir sözcük sadece,evdeki küçük sözlüklerinizde duran ama ne kadar anlamlı olduğunu sadece üzgün oldugunuz zamanlarda anlayabilrisiniz.. O anlarda mutluluk size o kadar uzaktır ki ve ona her şeyden daha çok ihtiyaç duyarsınız. Şu anda sadece kendini mutsuz hisseden bir insan olarak söylebileceğim ve kendime rağmen söylebileceğim tek şey.Lütfen her anınızda mutlu olun sizi mutlu edebilecek havada uçuşan bir tüy bile olsa onu görün ve mutluluğu nefes gibi içinize çekin. Kimse sizi üzmeye cesaret edemesin. Mutluluklar...

Tutamazsın sadece görmelisin...

daha da derine daha da derine.ne yapıyorsun orda? balık tutuyorum.tutmak ister misin sen de? sacma tutamayacagın balıgı niye tutmaya calışıyorsun ki? tutucam belki nerden biliyorsun? biliyorum işte ben senin geleceginden geliyorum ve inan o balığı tutamayacaksın? gidicek o güzel balık senden. yasayacak hiç yaşamadığı kadar cok. sen sadece gectigi suları görebilirsin. yedigi yemeklere görebilirsin belki ama o balığı tutamayacaksın.İçtiyi suyu görebilir miyim peki? balıklar su içer mi? etrafın suyla doluyken hatta bir insana göre su ile boğulurken, suyu içmemen mümkün mü? yazıyorsun yine sacma sapan. ne demek oluyor bunlar. gecen de martılara takmıştın.şimdi ise onlara yem olan bir balığa. balığa takan sensin bence.ben sadece bir balık istiyorum o kocaman okyanustan sadece bir balık.tamam istemeye devam et.başka balıklar olacak, yakalayacaksın onları ve hayatları senle tanıştıkları noktada altüst olacak cunku hayatları senin oltanda son bulacak. ama o istedigin parlak,pulları güneş ışıgında dans eden balık yok artık.tutamayacaksın onu.asma suratını sadece güneşe bak, o güneş ki her canlının tüylerini sana güzel gösteren. havaya bak, suya bak hatta toprağa. görüyor musun? neyi? neyi dedigin noktada görmüyorsundur aslında ya da görüyorsun ama benim görmeni istedigimi mi görüyorsun acaba diye bana soruyorsun. sadece bak görmeni istedigim bir şey yok cunku.benimle asla aynı seyleri göremezsin.herkes farklı bakar dünyaya.ben bir agaca bakıyorken sen coktan agactaki kuş yuvasına asık olmuşsundur belki de.o yüzden başkasının görmeni istedigini degil senin görmek istedigini gör.ne görmek istiyorsun simdi? O balığı görmek istiyorum. Olmadı işte ben sana o balığı unut demedim mi? onu yakalayıp yiyemeyeceksin demedim mi? onu yemeyecektim ki zaten.alıcaktım onu bir akvaryuma koyacaktım.sadece benim olacaktı.sadece benim... o akvaryumda yasayamazdı zaten.okyanusa asık bir balık nasıl akvaryumda yasasın. o özgür bir balık. ben onun özgürlüğünümü alıyordum peki? tabi ki alıcaktın.sana baglı olmak kolay mı zannediyorsun, sen bile kendine baglı degilken? simdi unut ne görüyorsun onu anlat bana. bak böyle deyince kendimi bir psikologun koltugunda oturuyor gibi hissettim.bana terapi mi uyguluyorsun caktırmadan.istersen cocukluguma da inelim ne dersin? yok o kadar inmeye gerek yok.bak ya beni de sasırttın ne psikologu.burda iki arkadas konusuyoruz.ben senim aslında.tamam arkadasım ne görmemi istiyorsun? ben o kadar boşuna mı konuştum ben bakmanı ve görmeni istiyorum evet.fakat ne görecegin sadece senin elinde. hadi gör artık...


Z.C

Uyu uyuyabilirsen...

Saat sabahın 6'sında uyumaya calıştıysanız daha önce kesin acı kaybımı anlarsınız.Benim uyku sizlere ömür efendim.Gece calışıp ta, sabah eve gelip uyuyanlara Allah sabır versin.Düşünsenizi neredeyse tüm Türkiye (komadakiler,gece çalışanlar,gözü açık uyuyanlar ve de tüm dünya ile baglantısını kesenler dışında) uyanırken siz daha yeni uyumaya çalışıyorsunuz. Peki bu ilk defamı başıma geliyor. Hayır aynı ay içinde 16 gün önce gene yaşamıştım bunu ama o zaman tren kaçtı artık diye tüm gün uyumamıştım. Bugun ki konumuz eger sabah 6'da uyumuya çalışırsanız en çok nelerle karşılaşabilirsiniz bu uyuma cabanızda? 6'da girdim yataga, öncelikle insan kendi beyninden kaçamıyor bu kadar beyni doluyken. ilk işimiz bir cerrah edesıyla beyni çıkarıp komidinin üstüne koymak.Komidin diyorum isteyen beyni biraz kirlensin, kötü fikirlerle dolsun diye yere de koyabilir.Ben bu aşamayı yarı yarıya atlattım.Yarısı kafa tasının içinde,yarısı komidinde.Gözlerimi kapadım ve Beethoven'ın dokuzuncu senfonisinin en bilindik kısmı yarı beynimde çalmaya başladı.Tabi o arada ben seviniyorum aman Allahım heralde ben de bir müzik dehası falan vardı ve bu sabahın köründe meydana çıktı hem de yarı beynim var ya bir de tam beynim olsaydı diye ."Bu dünyada herşey geçer. Yanlız sana dost kalır İnsanlığa doğruluğa. Göğsünü aç korkma sakın. Hür doğmuştur insanoğlu. Hür yaşamak hakkıdır ..."


Bir yandan da neşeye şarkı modunda eşilk ediyorum.Hani her şeyi çevirme özelliğimiz vardır hemen benimser türkleştiririz.Vay be zakibe bu ne enerji derken, o saniyeler içinde aslında onun bir uyandırma melodisi anlamam geç olmadı.Acı gercek bir müzik dahisi değilmişim.Neşeye şarkı devam ettikce "uykulu doğmuştur insanoğlu uyku onun hakkıdır..." diye mırıldanırken. Yukarı dairede ya da aşağı dairede uyuyan insan, uyanmış olacaktı ki müzik ile bağlantım bir anda kesildi.İşteee uyuyorum derken banyonun ısışı yandı ev halkından biriydi bu ama konuşmadığı için kendi kendine, anlayamadım hangisi olduğunu.Kısa sürdü ve ışık kapandı.Tamam bu sefer uyuyorum derken, yan dairedeki çocuklardan biri yatağımın da dayandığı duvarı tırmalamaya başladı. Yanlış duymadınız, resmen yan dairede sene 1984 yer Elm sokağı ve Wes Craven, Freddy Krueger’ı yaratıyor. Bu seferde insan düşünüyor acaba uyumak için uğraşırken uyudum da Freddy abi ülkeleri karıştırdı bir de bula bula benim şehrimi buldu beynimde beni mi öldürmeye geldi. Peki ben bunu atlattım mı tabi ki atlattım bunu da.Ve uyuyorum bu sefer derken kalorifer borularından darbuka havası çalmaya başladı. Ben "ayılana gazoz, bayılana limon " diye eşlik etmeye başladım bu sefer ama bu 9. senfoni kadar uzun sürmedi derken 5-10 dk geçmiş olacak ki başladık yine 9. senfoniye.Komşumuz uyanamamıştı daha.Tam olarak daireyi bilsem ben guguk kuşu misali kapılarında gidip ötecektim, uyansınlar diye.Komşularımı da çok düşünürüm hemen beliritiyim.Onlar uyansın ki ben uyuyabileyim. Komusumuz uyandı benim guguk kuşu fikrim çok çekici gelmemişti heralde, tehdit sağlamdı. işte bu sefer derin sessizlik içine bırakmıştım ki kendimi hıh bu eksikti oldum. diyorum ya uyanıyor doğa, kuşlar günaydınlaştılar ve şarkılarını mırıldanmaya başladılar balkonda, o anda servisler de uyandılar. "hani benim teflon tavam "diye etrafa bakmadım değil. Kendimi bayıltmalıydım bu yazının en başında, onu anladım. Belki de komidine bırakmalıydım beynimin tamamını ama herşey o kadar basit değil benim için şuanda. Tamam uyuyorum söz bakın bu sefer uyuyorum.İyi geceler:)

19 Ocak 2010 Salı

The Invention of Lying (2009)

Bir dünya düşünün burada kimse bir birine yalan söyleyemiyor.Yalan diye bir kelimeden heberleri yok.Kimseye yalan söylemediginiz için, çoğu zaman istemeden kırıcı olabiliyorsunuz ve herkes herkesin ağzından çıkan herşeye inanmak zorunda cunku yalan diye birşey yok. Peki böyle bir dünyada, yalan söylemeyi kesfeden kişi olsaydınız ne olurdu? İşte filmimiz tam bu noktada eğlenceli hala geliyor. Hepiniz birden o adam olmak isteyeceksiniz ve "vaaayy be keşke ben olsaydım yerinde "diyeceksiniz emininm bundan. Bazılarınız da "yoo ben onun yerinde olmak istemezdim. Ben hayatımdan memnunum diye" kendini kandıracak. Geçelim bunları. Size söylediğim, dünyadaki her şeyi değiştirebilirsiniz.Değişt
ireceğim bir şey yok dediğiniz anda ben, hayalgücü eksik biriyle konuştuğumu düşünürüm. Çünkü en basiti örneğin şöyle dediğinizde " Ey insanlar eğer yediklerinizi afrikadaki aç insanlarla paylaşmazsanız,öldükten sonra düşünebildiğiniz en kötü yere gideceksiniz" ve bütün insanlar size inanarak hemen yemeklerini ve paralarını afrikadakilerle paylaşmaya kalkıyorlar. Bir anda dünyadaki inanılması gereken tek kişi oluyorsunuz. Ricky Gervais ve Matthew Robinson'un hem yazdığı hem de yönettiği filmde, Ricky Gervais yetmemiş bir de başrolde oynamış. İyi ki oynamış çünkü bu rol için biçilmiş kaftanmış ya da kaftan kendine göre biçilmiş. Ricky Gervais filmimizde Mark Bellison rolünde.Markın aşık olduğu kızın ilk randevudaki Mark yorumlarına göre burnu kalkık,şişko,ezik ve parasız biri. Ve bu tanımlamaların ilk randevunuzda suratınıza yapıldığını düşünün.Kırıcı değil mi? İşte o zaman "ufak yalanlar ne kadar da güzelleştiriyormuş dünyamızı" demekten kendimi alamadım. Ricky Gervais aslında kendini TV ve sinema adına geliştirmiş bir insan ve film boyunca asla ona kalkık burunlu,şişko,ezik gözüyle bakmadım. Onunla ikinci karşılaşmam bu film ve tanıdıktı artık benim için. İlk izlediğim filmi Ghost Town filmiydi ve gerçekten beğendim.Eğlenceli, değişik ve insanlığınıza dokunan bir filmdi.Çevrenizdekilerin çoğu insan değil, yanıltmasın sizi ben saf,temiz içinizdeki insanlıktan bahsediyorum. Gelelim esas kızımıza,Jennifer Garner.Tanımayanınız yoktur eminim. Jennifer Garner güzel, başarılı,genetik açıdan müthiş çocuklara sahip olacağı eşi arayan,insanları dış görünüşüne göre değerlendiren Anna McDoogles karakterini canlandırıyor. Filmde tanıdık çok sima var, özellikle bir sahnede bir polis var ki, güneş gözlüklerinden tanıyamayabilirsiniz ama gözlükleri çıkarınca aslında onun bir figüran olmadığını anlayacaksınız. Ama ben size kim olduğunu söylemeyeceğim tabi ki benden bu iyiliği beklemeyin.Filmi izleyin kendiniz görün. Bu kadar konuştuk aslında, filmin konusu hemen hemen canlanmıştır beyninizde. Ama film kısaca şöyle; bir dünyada yaşıyorsunuz ve bu dünyada yalan yok.Yok işte. Filmin başında bir adam iş yerini arıyor, böyle bir durumda aklıınıza gelen ilk yalan "hastayım gelemeyeceğim".Peki yalan söyleyemiyorsanız? "Hastamıyım.yoo sadece o işten nefret ediyorum" kovulmanıza bile sebep olabilir böyle bir cümle aslında. Fakat oyunun kuralları basit ve sadece bir tane YALAN YOK. Bu dünyada Mark Bellison TV için kısa senaryolar yazan ve senaryoları beğenilmeyen,işinden kovalacağını bilen ama daha müdür cesaret edip kovamadığı için hala işe giden, aşık olduğu kız kendine aşık olmayan,parasız,mutsuz bir adam. İşten kovulduğu gün,aşık olduğu kızdan da ikinci randevu için ret cevabı alan,evde otururken ev sahibinin kirayı istediği ama banka hesabında sadece 300 dolar olan bir adam neyapar? Bankaya gider 300 doları çeker, bir kamyon tutar evi boşaltır ve sokakta yaşamaya başlar. Evet Mark bunları yapmayı düşünüyor ve bankaya gidiyor. Görevli kadın "suanda sistem bozuk olduğu için ekranı göremiyorum ama siz hesabınızdaki miktarı söyleyin, ödemeyi yapalım" ( kimse yalan söyleyemez onun için herkes bir birinin agzından cıkana güvenir) dediği anda. Markın beynine bir şeyler oluyor ve beyin 800 dolar diye çığlık çığlığa dile geliyor.Mark 800 dolar diyor kadına.O anda sisten geri geliyor. Tabi ben o anda "aha yalan söylediğini anlayıp 300 dolar ödeyecek" dedigim de.Kadın burda 300 görünüyor ama demek ki sistemde problem hala sürüyor deyip,800 doları Mark'a teslim ediyor. Mark parayı ödüyor ev sahibine.Dairesine geldiginde artık Mark eski Mark değil.Çünkü adam artık dünyadaki kimsenin yapamadığını yapıyor.İşte bu dünyada artık türünüzün tek örneğisiniz.Mutant falan değilsiniz,uçamıyorsunuz,bir taraflarınızdan ateşte çıkmıyor ya da görünmez değilsiniz. Doğaüstü yeteneğiniz yalan söylemek. Gerçekten biri beni durdurmalı yoksa size izleme fırsatı vermeden ben filmin hepsini burda anlatacağım. Hangi sahneler güzeldi peki? Hımm bakın bu soru ayrım yapmamı gerektiren bir soru. Markın ilk yalanlarını duyduğumuz bar sahnasi güzeldi. Çünkü arkadası ve barmen Markın her dediğine inanıyorlardı.Hatta kaç yıllık arkadaşına benim adım Doug dediğinde.Arkadaşı "tanıştığımıza memnun oldum güzel isimmiş" diyebiliyor.Ben zenciyim,eskimoyum,korsanım dediğinde, hepsine inanıyorlar. Diğer akılda kalan sahne annesinin ölüm döşeğinde olduğu sahne çünkü bu sahne filmin gelişimini oluşturan bir sahne. Bir anda yukardaki adamla konuşan kişi yapıyor kendini bu sahne. Tek eleştirebileceğim nokta bu aslında. Yukardaki adam derken Tanrıdan bahsediyor Mark fakat ben yukarda adam değil her şeyin üstünde olan bir varlık olduğunu savunuyorum. Ayrıca takıldığım diğer nokta sanki insanlar Tanrının varlığından bir haberler ve Mark geliyor onlar yukarda birinin olduğunu anlıyorlar Markın dedikleri sayesinde. Arada eleştirdikten sonra diğer bir iyi sahne aşık olduğu kızı diğer adamla evlenmekten vazgeçirmeye çalıştığı sahne.Size vazgeçirip geçiremediğini söylemeyeceğim tabi ki bu size haksızlık olur. Fakat şu soru takıldı aklıma yanında mutlu olduğunuz kişiye mi aşık olursunuz,yoksa aşık olduğunuz kişi mi sizi mutlu eder? Bilemeyiz bunu biliyorum. Herkese ve her duruma göre değişir çünkü. Yazımın sonuna gelirken size iyi seyirler ve küçük ufak tefek yalanlarla dolu bir dünya diliyorum...

Cennetimden Bakarken - The Lovely Bones (2009)

Peter Jackson'nın yönetmenliğini yaptığı The lovely bones filmi afisi ile bile kalbinize dokunabiliyor. Bir çok tanıdık oyuncuyu bir araya getirmesi bakımından da bu film herkesin, en azından temeli drama dayanan fakat yer yer yüzünüzü güldüren fantastik filmleri begenenlerin yüzünü kara çıkartmayacagından eminim. Filmin başrolunde henüz bir kaç yıllık bir oyunculuk hayatı olan bir ufaklığı görüyoruz Saoirse Ronan. Eminim bir çogunuz bu ismi daha duymadı benim gibi. Fakat bu filmden sonra oyunculuk adına yapacak çok şeyi olduğunu anlayacaksınız. Filmde birebir olarak onunla kalacağımız onun düşünceleri ile filmi izleyecegimiz Susie Salmon rolunde. Başrolde olan diğer oyuncular (başrol diyorum çünkü bu filmde her isim oyunculukları ile bizi tatmin etmis kişiler) Mark Wahlberg, Rachel Weisz, Stanley Tucci, Susan Sarandon. Mark Wahlberg'i The Basketball Diaries'den hatırlayacaksınızdır .Fakat benim aklımda kalan The Perfect Storm,Rock Star,The Italian Job,The Departed filmleri olmuştur.Bu filmde küçük kızımızın babası Jack Salmon rolunde. Rachel Weisz ise izlediğim ilk filmlerinde soguk bir karakter olarak düşündüğüm fakat izledikçe ısındığım ve oyunculugu agzımızda güzel bir tat bırakan bir oyuncudur. İngiliz asıllı, rollerinde her zaman kendinden emin bu oyuncuyu bu filmde görmek güzeldi. Çünkü anne rolunun üstesinden gelmiş. 1993'den 1996'ya kadar bir kaç filmde rol almasına rağmen, rol aldığı filmlerin ses getirememesi o yıllarda Rachel Weisz'in en büyük sorunu olmuştur heralde. Fakat şeytanın bacağını kırdım diye düşündüyü ilk film bence Keanu Reeves ve Morgan Freeman ile oynadığı Chain Reactiondır. Daha sonra Going All the Way, Swept from the Sea,The Land Girls, I Want You filmlerinde rol almıştır. Fakat onu dünyaya tanıtan gişede o dönem iyi bir hasılat elde eden 1999 yılı yapımı The Mummy filmidir. Ama demin de dediğim gibi soguk buluyordum kendilerini fakat bu fikrimi Constantine filmindeki rolu ile yıktı ve yıkıntının tozlarını The Fountain filmi ile rüzgara savurdu. Rachel Weisz'i bu son filminde kalbi acıyan bir anne rolunde görüyoruz. Diğer bir rolde Stanley Tucci var. Filmin başlarında yapılan makyajdan, taktığı lensten ve saçlarından tanıyamayacağnızı söylemek yanlış olmaz.Ama tanıdık bir sima oldugunu hemen hissedeceksiniz. Evet bu filmde kendisinden nefret de edebilirsiniz ama bu nefret aslında bu rolun ne kadar üstesinden geldigi ile dogru orantılı. Yıllardır oyunculuk kariyeri doğrultusunda ilerleyen bunun yanında 1996'dan beri kendini farklı bir acıdan da kanıtlamak ister gibi yazarlık, yapımcılık ve yönetmenlik de yapan oyuncu bir katilin nasıl soguk kanlı olduğunu gözler önüne seriyor. Ve işte bana göre filmin en büyük ismi Susan Sarandon. Gerckten büyük bir yıldız, büyük bir oyuncu. Yıllardır onunla hem agladık hem güldük aslında. Şöyle beyninizdeki trene binin bakalım onun hangi filmleri ya da en çok hangi filmi aklınızda? Çok eskiler onun beyaz perde adına ilk filmi olabilecek filmi hatırlarlar mı acaba? Filmimizin ismi Joe.Tanıdık değil mi? yeni nesil için evet tanıdık değil emin olun benim içinde tanıdık değil.Ama filmin afişini gördüğümde yılların nasıl akıp gittiğini bir kez daha anlıyor insan. Çunku ordaki Susan Sarandon ile suanda beyninizdeki Susan Sarandon eminim cok farklı olacaktır. Burada filmlerini saymayacağım çunku eminim bu yazı başlıktaki filmimizden sapar ve bu büyük oyuncunun oynadığı filmlerin bir yazısı olur. Ama tek bir film ismi size Thelma & Louise. Bu film içimizdeki kaçıp gitme istegini en iyi anlatan yol filmlerinin başında gelir bence. Sadece sizden istediğim hangi film size onu hatırlatıyor? Bunu bir düşünün çünkü o filmde kendinizi bulmuşsunuzdur inanıyorum. 1970 yılındaki genç kızımızı ,bu filmde anneanne olarak görüyoruz. Ama o bildiğiniz normal bir anneanne değil.Merak edip de izlecek olan olursa evin kontrolunu eline aldığı sahneleri dikkatli izlemenizi istiyorum. Film her ne kadar kalbinizin derinliklerine dokunacak olsa da neşeli ögeleri de elden bırakmamışlar.
Filmimiz başroldeki ufaklığın kendi sesinden bebekliğinden kısa kısa günümüze kadar ki hayatının özeti ile başlıyor. Ve inanın normal cümleler kullanmasına rağmen arkadaki müzik ve ufaklıgın sesi başta size üzüleceksiniz sinyalleri vermeye başlıyor. Anne, baba ve 3 çocuktan oluşan bir aile. Arasıra eve ugrayan süslü, içkisi, sigarası elinden düşmeyen bir büyük anne. Evet herşey yolunda ne olabilir ki diye düşünürken Susie bir cinayete kurban gidiyor. Merak etmeyin katili bile söylesem suanda filmin büyüsü bozulmaz çünkü katilin kim olduğunu deli gibi düşünmek değil amacımız. Bu filmde biz Susieyiz ve katilin kim olduğunu baştan beri biliyoruz. Fakat önemli olan nokta suanda kendi yarattığı cennette arada kalan Susie'nin annesi ve babasına katilin kim olduğu bilgisini nasıl ulaştıracağı. Yıllar geciyor yaşayanların dünyasında. Susie için ise durum biraz farklı arada kaldığından dolayı sadece onları bir televizyon ekranından izer gibi izleyebiliyor. Annesinin evi terktegini bir çiftlikte çalışmaya başladığını ve "hala kaç çocuğunuz var ?" sorusuna, "iki kızım bir oğlum var "diye cevap verdiğini, aşka inanmayan kız kardeşi Lindsey’in aşka bulmasını ve asla yaşayamayacığı ilk öpüşmeyi kardeşini izleyerk yaşadığını görüyoruz. Bu anları izlerken yanında kendi cennetindeki arkadaşı Holly ona eşilk ediyor. Katili ise cinayetten kalan anılarla beslenirken yeniden acıktığını ve icinde bir boşluk olduğunu hissediyor. Beyinindeki yeni kurban ise hiç yabancı olmadığımız birisi. Katil bu kadar rahat yaşarken Susie diğer bir kurban daha verilmemesi ve bedeninin bulunması için kendini değişik yollarla göstermeye çalışacak. Ve onuhisseden kişilerkatili hala arayan babası, kız kardeşi ve daha önce hiç tanışmadıgı okulda sorunları olan diğer bir kız Ruth Connors .Bu kadar yeter diye düşündüğünüzü hissediyorum. Merak etmeyin filmin geri kalanını size bırakacağım. Fakat sizi filmle başbaşa bırakamadan önce son bir nokta; What Dreams May Come, The Fountain gibi görsellikle süslenmiş filmleri seviyorsanız. Bu filmde de görsellik adına bir çok öğe sizi tatmin edebilir. Fakat ara ara dünyadan görüntülere girdiği için What Dreams May Come filmindeki gibi fazla tatmin edici olmayacaktır. Ghost, The Gift gibi filmleri severek izleyenler de bu filmden zevk alacaklardır ayrıca. Ölümden sonra neler oluyor düşüncesi üzerine işlenmiş bu filmde iyi seyirler...Hepinize mutlu ve uzun bir hayat dilerim...
Z.C